İstanbul’daki son haftamda zorlu ve unutulmaz bir şey yapmak istedim ve kentin dış kısımlarında tek başıma uzun bir yürüyüşe çıkmaya karar verdim.
Yaşlı bir adam meraklı gözlerle bana bakıyordu.
Bej şapkam ve tropik desenli şortum yabancı olduğumu ele veriyordu. İstanbul’un merkezinden otobüsle iki saat mesafede, ücra bir otoyolun alt kısmında epey tuhaf gözüküyordum muhtemelen.
İstanbul’da yolunu kaybetmiş bir turistin buralara kadar gelmesine imkân yoktu; zira kentle alakası kalmamış bir noktadaydım artık besbelli. Etrafımda uzanan çayırlar inekler ve ayçiçekleri ile doluydu; yaz güneşinin sıcaklığı sarmıştı her yanı.
“Yolculuk nereye?” diye sordu yaşlı adam.
“İstanbul’a” dedim.
Adam, Türkçe konuşan bu yabancı olmama pek de tepki göstermeden yanlış yöne doğru gidiyor olduğuma işaret etti hemen. Otobüs durağını kastediyor olduğu anlaşıldı sonra.
İstanbul’a doğru yürüdüğümü açıklamaya çalıştım. Fakat bana inanmadı ve otobüse binmem gerektiğini söyledi ısrarla. Durumu daha fazla anlatmam bir yere varmayacaktı. Dolayısıyla ikimiz de kendi yolumuza gittik.
Oralarda kimsenin Karadeniz ile Marmara Denizi arasında uzanan ve İstanbul’un batı ucundan geçen yaklaşık 60 kilometrelik “İki Deniz Arası” rotasından haberi yokmuş gibiydi.
Bu yürüyüş rotasını İstanbul kökenli fotoğrafçı ve sanatçı Serkan Taycan belirlemiş ve çıkardığı haritayı yolun her kilometresinde çektiği fotoğraflardan oluşan seriyle birlikte 2013 tarihli İstanbul Bienali’nde sergilemişti. Taycan’ı haritayı hazırlamaya sevk eden şey, gitgide artan kentleşme ve bilhassa da Boğaz hattına paralel bir kanal oluşturmayı amaçlayan Kanal İstanbul projesi olmuştu.
Taycan’ın hazırladığı faydalı haritayı İstanbul’dan almış ve Karadeniz kıyısındaki yürüyüşüme sakin Yeniköy kasabasından başlamıştım. İstanbul’daki son haftamdı ve zorlu ve unutulmaz bir şey yapmak istiyordum. Rotaya tamamen sadık kalmak gibi bir planım yoktu. Beklentilerden uzak bir şekilde yalnız başıma yürümenin keyfine varmak istiyordum sadece.
Fakat Taycan, Facebook aracılığıyla beni uyararak üçüncü havaalanı inşaatının yürüyüş rotasının ilk kısımlarına yayılmış olabileceğini iletti. İnşaat bölgelerine yaklaşmamamı, aksi takdirde alandaki güvenlik görevlilerinin işkillenebileceğini söyledi.
Yeniköy’ün yapraklarla kaplı arka sokaklarında dolaşarak kentten çıkış yolunu kendi başıma bulmaya çalıştım. Bir tepeye doğru uzanan, bazı çöpler atılmış bir yolu fark edip izlemeye karar verdim. Fakat ne göreyim, uzak durmak istediğim inşaat sahalarından birinde buluvermiştim kendimi.
Tam bir hengameydi. Karşımdaki kazılı alanın bitki örtüsü tamamen kaldırılmış ve etraf parça parça düzleştirilmişti. Dört bir yanda devasa kamyonlar vardı ve etrafa acayip toz saçıyorlardı. Kentsel gelişimin kırları dize getirmiş olduğu apaçık görülüyordu. İnşaat çalışmasının büyüklüğüne bakılırsa, yapılanlar bir havaalanından ibaret değildi besbelli. Koca bir kentin sıfırdan doğuşuna tanık oluyordum.
Bunu fark ettiğimde kalbim sızladı. Çok sevdiğim bir kent olan İstanbul dış kısmındaki kırsal alanları yutuyordu amansızca. Kentleşme meselesi ve beraberinde getirdiği etkiler farklı şekillerde olmakla birlikte yolculuğumun geri kalanında da öne çıkmıştı.
Birinci günün gecesinde Dursunköy’ün biraz ilerisinde mola verdim. Bir kente yaklaşmakta olduğuma dair belirgin işaretleri kolayca seçebilmiştim. Çayırların ardında, uzaktaki binaların siluetleri yükseliyor, iki şeritli yollar dört şeritli yollara dönüşüyordu. Uyku tulumumda yatmış gökyüzüne bakıyor, tepemde durmaksızın yanıp sönen küçük ışıkları izliyordum. Uçaklar ve onlarla birlikte insanlar gelip geçiyordu sürekli.
Atatürk Havalimanı çok uzakta değildi diye tahmin ediyordum. İşlek havaalanının bir günde kapatıldığını ve yerini bir süre önce yanından geçtiğim inşaata bıraktığını düşünmek güçtü.
Ertesi sabah güne Sazlıdere Barajı’nın oradan başladım. Sabahın tatlı aydınlığı içinde baraj gölü ve suların üzerinde aylak aylak duran martılar nefis bir tabiat kartpostalı gibi gözüküyordu. Kıyıları sıkça ziyaret eden piknikçilerin ve balıkçıların geride bıraktıkları çöpleri de görüyordum ne yazık ki.
Gölün güneyine doğru giderken piknik yapanlar ve balıkçılar beni aralarına katılmaya çağırdılar ve bolca çay ve hamur işi ikram ettiler. Kendilerine minnettarım kesinlikle. Ancak çevreye gösterdikleri özen de konukseverlikleri seviyesine ulaşır bir gün umarım. İnşallah.
İstanbul’un kentleşmiş kısmına ikinci gün, akşam üzerine doğru bir vakitte vardım. Sazlıdere Baraj Gölü’nü Küçükçekmece Gölü’ne bağlayan kanaldan yürümüştüm. Bir noktada fena bir koku geldi burnuma. Civardaki mahallelerden suya dökülen kanalizasyonun kokusuydu muhtemelen. Ayaklarım sızlıyor olmasına rağmen, adımlarımı sıklaştırdım.
Yarımburgaz Mağarası’nı geçtikten sonra manzaraya uzaktan bakmak için mola verdim. Geçmişi yontma taş devrine kadar uzanan mağaranın İstanbul’daki ilk yerleşim yeri olduğu düşünülüyor. Koruma altında olmasına rağmen alana birkaç kişinin girdiğini gördüm. Ne yapıyorlardı kim bilir.
Geçmişinden muazzam gurur duyan bir kent olan İstanbul’daki ilk yerleşim alanının, yakınına atık sular dökülür halde öylece bırakılmış olmasını fevkalade ironik bulmuştum.
Kullanılmayan bir demiryolu hattı ve köprüden geçerken yaşadığım biraz rahatsızlık verici anların ardından ilk vardığım İstanbul mahallesi Altınşehir oldu. İstanbul’un daha varlıklı ve turistik bölgelerinin aksine burada kasvetli bir hava vardı. Kent hiyerarşisinde ikinci sınıf bir konumda olmanın yansımasıydı belki bu. Burada genellikle göçmen işçiler yaşıyordu. İstanbul’un bitmek bilmez büyüyüşünün altında yatan zorlu işleri sırtlanmıştı muhtemelen çoğu.
Sıra sıra dükkanların önünde oturan bir grup adam bana pür dikkat bakıyordu. Birkaçı önce sert bir şekilde Altınşehir’de ne yapıyor olduğumu sordu. Yürüyüş rotamdan bahsettiğimde gevşediler. Yoldan geçen dolmuşlar bana korna çalıyordu. Sürücüler bu yalnız turistin kaybolduğunu ve bir araca ihtiyaç duyduğunu düşünüyorlardı muhtemelen.
Altınşehir’de yürümenin benim açımdan en zor kısmı trafiğe dikkat etmek oldu. Saatler boyu yalnız başıma patikalarda dolaştıktan sonra şimdi yolu türlü türlü motorlu araçla paylaşmam gerekiyordu. Uzun mesafe yürümenin getirdiği dinginlik ve kır keyfinin ardından trafiğin hızı ve gürültüsü beni hayli rahatsız etmişti.
Avrupa’ya giden tüm nakliye kamyonlarının uğraması gereken Halkalı Gümrüğü’ne ulaştığımda gün batıyordu. Küçükçekmece Gölü’nü çevreleyen evler altın rengi müthiş bir ışıkla kaplanmıştı. Atatürk Havalimanı’ndan kalkan bir uçağın geçmesini bekleyip fotoğraf çektim.
Gölün doğu kıyısında bulunan ve çocuklu ailelerle dolu bir parka doğru ilerledim. Etrafta konuşulan dil Türkçeye benzemiyordu; ne konuşuluyor anlayamıyordum ben de. Marmara Denizi’ne yalnızca üç kilometre kalmıştı. Ayaklarım sızlıyordu artık. Biraz durduktan sonra ağır aksak yürümeye devam ettim. Çöpler saçılmış bir parkta kamp yapmak istemiyordum.
Son düzlükte bana eşlik eden iki genç sayesinde son üç kilometre önceki üç kilometre kadar zorlayıcı geçmedi. Gençlerden biri İngilizce öğrenip Londra’ya gitme hayalini anlattı bana. Kısa süre sonra bir üst geçitte, E-5’i geçiyordum. Altımdaki araçların sersemletici farları arasında dehşete düşmüş haldeydim.
Menekşe Plajı’na, yani rotanın son noktasına yaklaştıkça sokaklar daha da karardı. Plaja vardığımda telefonumdaki feneri kullanmak zorunda kaldım. Böylece etrafta bulunan ve pis kokular yayan çöpler de gözüme çarptı. Uzakta, gece göğünün karanlığı Marmara’nın karanlık sularıyla birleşiyor, ara ara ufukta birkaç gemi görünüyordu sadece.
Suyun kıyısına doğru ilerledim ve büyük bir doygunluk hissettim.
36 saatte Karadeniz’den Marmara Denizi’ne yürümüştüm.
Bu süreç gerçekten de İstanbul’un gözden uzak köşelerine uzanan bir macera olmuştu ve turistlerin pek karşılaşmayacağı manzaraları görmüştüm. Singapur’a gidip hayatımın yeni bir evresine geçmeden önce İstanbul’daki günlerimi sonlandırmanın başka bir yolu olamazdı.
Kentsel gelişimin yol boyunca tanık olduğum karanlık yüzünden yakınsam da farkındayım ki ben de amansız bir büyümeye arka çıkan bir dünyadan, süratli maddiyatçılık ve azgın tüketim dünyasından geliyorum. Yürüme hızım bile çıkış noktamla çelişmişti, dört günlük rotayı iki günde tamamlamıştım.
İstanbul’un dış çeperinde, iki deniz arasında yol alırken, bu kentten farklı olmadığımı da hissediyordum galiba.
Çelişkilerle doluyuz; hem geçmişimizi unutmak istiyoruz hem de kimselere bırakamayarak sahipleniyoruz onu. Hem telaş ediyoruz, hem de zamanı yavaşlatmak istiyoruz. Ve geleceğe hem kaygı hem de umutla bakıyoruz.
–
ZongXian Eugene Ang’in Maptia’da yayımlanmış yazısından çevrilmiştir.
Yazının orijinal linki: https://maptia.com/eugeneang/stories/walking-between-two-seas