Nathan Heller’ın 15 Ocak 2017 tarihinde The New Yorker’da yayımlanan yazısından çevrilmiştir.
Geçen pazartesi, sabahın erken saatlerinde bir arkadaşım, ikimizin de bildiği bir sekoya ağacının, kış fırtınasında yıkılmış olduğuna dair bir haber gönderdi. New York’taydım, araba ve ağaçları kaplayan beş santimlik kar altında etrafımdaki dallar da cansız gibi duruyordu. Arkadaşım ise Kuzey Kaliforniya’da, doğup büyüdüğümüz yörenin yakınlarındaydı. Yıkılan ağaç kaç yaşındaydı kimse tam olarak bilmiyor, ancak en az bin yıl yaşamış olduğu düşünülüyor. Ona layığınca methiyeler düzmem olanaksız, bildiğim her dilden daha eskiydi o.
Öte yandan insanlara zamana tabi olmayı anlatıyordu ve alemlerde yıpranmış bir parti çocuğu gibi, sosyal geçmişinin izlerini taşıyordu. Bilindiği kadarıyla, dev sekoya ağaçları, hacim bakımından dünya üzerindeki en büyük canlılardır. Kısa dallara sahip bu uzun ağaçların, strafora benzeyen, kalın ve kızıl kahve kabukları ve hafif kıvrımları vardır. Bahsettiğim ağacın tabanında ise 1880’lerde açılmış (üç metre uzunluğunda, hatta daha uzun) koskoca bir oyuk vardı. Ağacın etrafını dolaşmak yerine içinden geçmek üzere yapılmış bu oyuk, onu bir tür gökdelene, ormanın ortasındaki bir insan barınağına dönüştürmüştü. Yıllar içinde bu oyulmuş sekoya, inşa edilmiş bir nesne ya da altyapının temel bir ögesiymişçesine “büyük baraka ağaç” veya “tünel ağaç” diye anılır olmuştu. Aslında böylece bizim, biz insanların ağacı olmuştu; seçip işaretlediğimiz ve devrimizin yanılsamalarını yansıttığımız ağaçtı o. Oyukta kimi isimlerin baş harfleri kazılıydı, bazı kısımlar ise sıkça dokunulmaktan ötürü parlamıştı. Sarmaşıklarla kaplı yaşlı dağ ormanı 1931’de Calaveras Büyük Ağaçlar Parkı’na dönüştürüldüğünde tünel ağaç Kaliforniya dağlarının Eyfel Kulesi olarak merkezi bir role kavuşmuştu.
Ölümüyle birlikte namı daha da yayıldı. Kaliforniya bitki örtüsüne genelde pek ilgi göstermeyen Times ağaca bir sayfa kadar yer ayırdı. Los Angeles Times onu “ikonik,” diye nitelendirdi. Ölümü çok öteden duyumsamaya çalışarak, medya çağına özgü acayiplik içinde haberleri takip ettim. Kimse ne söyleyeceğini bilemiyor gibiydi ve hepimiz bir derece kayıp hissetmiş olsak da hafızalarımızın alamayacağı denli uzun bir yaşama dair ne düşünülebileceği belirsizdi. Ben de insanca bir yas içinde, doğrudan ondan bahsetmek yerine benim için nasıl bir abide olduğunu anlatmaya karar verdim.
Calaveras County, San Francisco’nun doğusunda kalır; yöreye, Central Valley’den geçerek ve altın arayışı döneminde at arabalarının kullandığı tarihi güzergahı izleyen çift şeritli 4. Otoban yoluyla ulaşılır. Sierralar tarafındaki kasabaların isimleri oralardaki ortamı birebir anlatmakla birlikte fantastiktir de genellikle: Yol üzerindeki dağlık madenci köyü Copperopolis’i [Bakırkent] ilk gördüğümde en fazla 1000 sakini vardı (Nüfus o zamandan bu yana üç kattan fazla artarak 3742’yi buldu ve bir kent seviyesine ulaştı neredeyse). Angels Camp, Mark Twain’in ünlü zıplayan kurbağa öyküsünün geçtiği yerdir. 4. Otoban’ın manzarası da oradan itibaren hızla değişmeye başlar; meşe ağaçlarıyla kaplı bayırlar yerini Sierralar’ın orta kısmına özgü köknar ormanlarına bırakır. Yukarılara doğru, büyük göllerin kıyısında, granit kayalıklar ve çayırla kaplı dağlık bir bölge başlar. Zorlu bir ortamdır; hava burnunuzu kurutur ve güneşin altında birkaç dakika kaldığınızda kollarınız yanabilir. Yıl boyu orada kalanların arabalarında çekme aparatları olur çoğunlukla, ama bizim gibi arada (yaz aylarında bir hafta ya da kar mevsiminde) gelenler işleyiş veya değişimlere dair hesaplar yapmadan, acayip ve saf bir heves içinde yöreye ayak basar.
Hatırladığım kadarıyla ailem çoğu yaz Sierralar’ın 4. Otoban yakınındaki bir kısmında bir kulübe kiralardı bir haftalığına. Orası sakin ve ekonomik olur, suda çok fazla deniz motoru da bulunmaz. Calaveras’a açılmaya (bizimkiler öyle derdi, “Calavares’a açılmak”) başlamamızın nedeni, annemin bir zamanlar ebeveynleriyle oraya gitmiş olmasıydı. Zamanla annem başka aileleri de civardan kulübe kiralamaya teşvik etti. Tahta zeminlerin çatırtıları içinde büyük sofralar kurar, mahlepten yapılmış mumların ışığında ızgara tavuk yerdik. Yazları meteor yağmurları başladığında boş yollara yatıp yıldızları izlerdik. Kiralık kulübelerin tümü Carter dönemi stili (tüylü kayak evi halıları ve duvara asılmış makrome baykuşlarla dolu) üçgen yapılardı ve saçaklardan dev bir örümcek fırlamasından korkmakla birlikte bir şekilde uyurduk. Bu alışılmadık korkular orada geçirilen haftaları uzun ve tatlı kılardı. Bir ağustos ayında, beklenmedik bir fırtınada az kalsın kayalar ve sular altında kalıyorduk. Ertesi temmuzda ise, ergen uyuşukluğu içinde, arkadaşlarla birlikte şişme yatağa binmiş, gölde salınıyordum. On beş yaşındaydım ve Nostradamus’un kehanetlerine göre dünyanın yok olacağı geceydi. O gün de ertesi gün de bir şey olmadı. Böylece bilge kişilere dair bir şey öğrendim. Kıyametle barışık hissetmiş olmam (On beş yıllık ömrümün hoş bir döngüye, hatta tatmine ulaştığı hissiyle rahattım), deneyimin ufuklarının ötesini pek de göremediğimizi anlamamı sağlıyor şimdi. Bir yere her yıl tekrar tekrar gitmek, insan gelişiminin adım adım ilerleyen bir süreç olduğunu göz önüne seriyor. Vaktiyle tanışmış olduğunuz bir çocuk, bir süre sonra bir kadın veya adama özgü güçlerle ve sorunlarla tekrar çıkıveriyor karşınıza.
Büyük Ağaçlar Parkı’ndaki tünel ağacın benim için anlamı buydu: ömrü katmanlara ayıran sonsuzluktu o. Ağacı ilk gördüğümde beş yaşlarındaydım ve ailem oyuk kısımda fotoğraf çekmişti. Sonraki gidişimizde yine fotoğraf çektik ve bunu her sefer tekrarladık. Yıllar içinde oraya belki yirmi kez gittim; (filmlerle başlayıp dijitale uzanan) görüntü arşivimiz ailemin yavaş ve kendine has gelişimini gözler önüne seriyor. Sarsıcı derecede küçük gözüküyoruz. Ağaç sahiden kocaman. Bu kayıt bu hafta son bulmuş oldu ve bir dönemimizin böylece kapanmış olmasının etkisini üstümden atamıyorum.
Bizim gibi ABD’nin batısından olan kişiler başka dünyalara ait geçmiş kalıntılarıyla karşı karşıya gelmez pek. Öğle yemeğimizi, yüzyıllar içinde inşa edilmiş katedrallerin merdivenlerinde yemiyoruz. Robert Lowell gibi, mezar taşlarının uzun gölgeleri altında değiliz; büyük eziyet görmüş insanların yaptığı binalarda yaşamıyoruz pek. Zamanının döngülerini duyumsamamızı sağlayan ve bize tarih içinde ufacık ve kabahatlerle dolu olduğumuz hissini veren şey, tabiat. “O kara kayının cansız / oyuğunu didikleyen palyaço / suratlı ağaçkakan / varlığıyla trajik bir düşüş / yekpare ışığın dünyasından,” diye yazmış Robert Hass; ancak Kaliforniyalı birinin ağzından dökülebilecek türden dizeler ve öyle bir kaygı. Vertigo’da Madeleine Elster, ruhsal karmaşa içinde, bir ağaç gövdesindeki halkalara dokunur. “Burada doğdum, şurada da öldüm,” der. Yaşlı ağaçlar hayata anlamdan ziyade ölçek verir. Bizi “geleneğin” insana özgü bir ağırlık taşıdığını idrak etmeye mecbur bırakır. Tarihimiz, geçmişin cılız bir tasavvurundan ibarettir.
Tünel ağacın ölümünü bir sembol gibi değerlendirme eğilimi var. (Times, ikinci bir makalede, ağacın yıkılmasını Amerika’nın bu korkunç mevsiminin bir simgesi gibi sundu). Sorumluluğu biz insanlara yüklemek kolay ve belki de adil. Ağaçlar genellikle fırtınada yıkılsa da sekoyalar büyük güçlere karşı koyabilirler, sıkı dururlar, koca kabukları ateşe dayanıklıdır. Dolayısıyla köklerinin yakınında, dengesini alt üst eden koca bir oyuk olmasaydı kış havasının cilveleri tünel ağacını deviremezdi muhtemelen. Ağacı kendimizin kıldık ve bu süreçte, ebediliğinden kopardık onu. Zamanı, çoğu sekoyadan farklı bir şekilde, insanın gözünden yaşadı: dostlukla, yaralarla, biraz şöhretle ve ölümle.
Ailem tatillerde hâlâ Calaveras’a gidiyor, ama daha az. Çocuklar kendi hayatlarını kurdu ve bir araya gelmek zorlaştı. Bir zamanlar yanımızda oturan kişiler artık hayatta değil. Duyduğuma göre, tünel ağaç tekrar toprağa karışsın ve yeni ağaçlara dönüşsün diye yerde bırakılmış. Erken de olsa güzel bir son sanki. Gerçi o benden çok yaşayacak diye düşünürdüm hep.
Yazının orijinal linki: http://www.newyorker.com/culture/culture-desk/the-death-of-the-tunnel-tree
Çevirmen: Gülin Ekinci
Görsel: Murat Burhanoğlu