Hansen, konuşmalarına, hayli özet olmakla birlikte yine de felaket uzun bir iklim hikayesiyle başlamayı yeğliyor ve elli milyon yıl kadar önceye, Eosen devrinin başlarına gidiyor. O dönemde CO2 seviyeleri yüksekmiş ve Hansen’a bakılırsa, dünya epey sıcakmış: Gezegende neredeyse hiç buz yokmuş ve Arktika’da palmiyeler varmış. Sonra CO2 seviyeleri düşmeye başlamış. Kimse bunun neden kaynaklandığını tam olarak bilmiyor, fakat bin yıllar içindeki atmosfer ayrışmalarının havadaki karbondioksiti kalkere karıştırmasıyla alakalı olabilir. CO2 seviyeleri düştükçe gezegen soğumuş. Hansen’ın ekrana yansıttığı bazı slaytlara göre, günümüzden 50 milyon yıl öncesi ile 35 milyon yıl öncesi arasında derin okyanus sıcaklıkları 10 dereceden fazla azalmış. Neticede, yaklaşık 34 milyon yıl önce sıcaklık Antarktika’da buzullar oluşmasına yetecek denli düşmüş. Yaklaşık 3 milyon yıl önce (muhtemelen daha önce) Kuzey Yarımküre’de de kalıcı buz tabakaları oluşmaya başlamış. Yaklaşık 2 milyon yıl önce ise dünya bir buzullaşma döngüsüne girmiş. Buzul çağlarında (sonuncusu 12.000 yıl kadar önce bitti) CO2 seviyeleri daha da düşmüş.
Hansen’ın New Hampshire’daki kitleye anlattığına göre, iklim tarihi büyük bir hızla ve tıpkı bir kaset gibi geri sarıyor şimdi. Havaya, doğal ayrışma süreçlerinin giderebileceğinden 10 kat daha hızlı bir şekilde karbondioksit salınıyor.
“Yani atmosfer yapısı insanların elinde şu an,” dedi Hansen. Sonra da düzeltti, “Yani, elimizde ya da değil, fark etmez, onu bizler belirliyoruz.”
Sistemi geriye doğru işletmenin getirebileceği tehlikelerden biri, zaman içinde oluşmuş buz tabakalarının parçalanmaya başlaması. Başladığı takdirde gitgide şiddetlenecek bir süreç bu. “Fosil yakıtları tutuşturur ve tüm o karbondioksiti atmosfere salıverirsek gezegen yeniden buzsuz bir hale bürünecek,” diyor Hansen. “Buna daha vakit var. Buz tabakaları bir anda erimez. Fakat neticede olacak olan bu. Ve tüm buzlar erirse deniz seviyeleri 250 fit yükselecek. Yani böyle bir durumda gezegen bambaşka olur.”
İklim faciasına yol açacak CO2 seviyesini belirten özel bir terim yok; fakat bilim insanları ve politikaları şekillendiren şahsiyetler, “tehlikeli antroposen etkisi” ya da D.A.I. ifadesini kullanıyorlar. Resmi tartışmaların çoğu, CO2 seviyesi milyonda 450 birim olmadıkça D.A.I. noktasına gelinmeyeceği fikrinden yola çıkıyor. Oysa Hansen’ın vardığı sonuçlara göre, D.A.I. eşiği çok daha düşük.
Hansen, Concord’daki kalabalığa, “Tehlikeli karbondioksit seviyesinin milyonda 350 parçacıktan yüksek olmadığı ortaya çıktı ne yazık ki,” dedi. Asıl kötü haber ise, havadaki CO2 seviyesinin şimdiden milyonda 385’e ulaşmış olması (Sanayi devriminden 10.000 yıl önce karbondioksit seviyesi milyonda 280’di ve mevcut emisyon trendi devam ettiği takdirde 2035 yılı civarında 450’ye ulaşacak).
Hansen, CO2 seviyelerinin çok yüksek olduğunu görebiliyorsak, yapılması gerekenin açık olduğunu söylüyor. Sunumda, bilinen fosil yakıtların karbon içeriklerini gösteren bir tablo gösterdi. Değerler petrolde düşük, doğal gazda daha az, kömürde ise yüksek seviyedeydi.
“Petrolün neredeyse yarısını şimdiden kullandık,” diyor Hansen. “Kolayca erişebildiğimiz petrol ve doğal gazı tamamen kullanacağız. Bu kaynaklar Rusya ve Suudi Arabistan’ın elinde; satmayın diyemeyiz onlara. Yani, fosil yakıt rezervlerinin büyüklüğüne bakıldığında durum gayet açık. Atmosferdeki karbondioksit miktarını sınırlayabilmemizin tek yolu, kömüre dur demek ve onu ya toprakta bırakmak ya da yalnızca CO2 salınımını zapteden santrallerde kullanmak.” Böyle santrallere “temiz kömür santralleri” deniliyor genellikle. Son zamanlarda sıkça konu olmalarına rağmen ticari faaliyet gösteren bir tane bile yok hâlâ ve hem teknolojik hem de ekonomik nedenlerden ötürü ileride mevcut olup olmayacakları da belli değil.
Hansen, “Yeni yapılan tüm kömür santralleri için moratoryum olsa ve mevcut santraller önümüzde yirmi yıl içinde devreden çıkarılsa, birkaç on yıl içinde milyonda 350 birim seviyesine dönebiliriz,” diye devam etti. Hansen’a göre, örneğin ağaçlandırma, büyük ölçekte yapıldığı takdirde, küresel CO2 seviyelerini aşağı çekebilir. “Teknik olarak mümkün bu,” fakat “hemen harekete geçmek gerek.”
O öğleden sonra New Hampshire eyalet meclisinde, Bow kentinde bulunan ve eyaletin kömürle çalışan en büyük enerji santrali olan Merrimack İstasyonu’nu da ilgilendiren bir araştırma önergesi oylanacaktı. Santral sahibi, tesisin cıva emisyonlarını azaltmak için birkaç yüz milyon dolarlık bir harcama yapmayı planlıyordu, faturayı ise vergi mükelleflerine ödetecekti. Tesisin tümden kapatılması gerektiğini düşünen Hansen bu tasarıyı “korkunç bir para israfı” diye nitelendiriyordu. Bu görüşe yakın bir yetkili, projenin daha fazla incelenmesine yönelik bir önerge verdi. Fakat sunum sonrasında Hansen’la konuşmaya gelen pek çok kişinin dediğine göre, eyaletin inşaat sendikalarının karşı olduğu bu önerge muhtemelen kabul edilmeyecekti (Bir saatten kısa süre sonra oybirliğiyle reddedildi).
Bir adam Hansen’a, “Politik mercilere gerçekleri söylemeye ve onların sizi görmezden gelmelerine alışıksınız sanırım,” dedi.
Hansen acı acı gülümsedi. “Aynen öyle.”
D.A.I. ile ilgili kaygılar bilim çevrelerinde hayli yaygın. Dünyanın dört bir yanındaki araştırmacılar geçtiğimiz birkaç yılda rahatsızlık verici bir gidişat saptadı: Gezegen, beklenenden daha hızlı değişiyor. Örneğin Antarktika’da bir yüzyıl daha, net buz kaybı görülmesi beklenmiyordu, fakat yakın tarihli araştırmalarda bölgedeki büyük buz tabakalarının şimdiden küçülmüş olduğu bulundu. Dünyanın öbür ucundaki Kuzey Kutbu’nda da çarpıcı oranda erime görülüyor; yaz mevsimindeki buz miktarı şu an, 40 yıl önceki halinin yarısından yalnızca biraz daha fazla. Bu sırada bilim insanları dönenceleri çevreleyen kurak bölgelerin bilgisayar modelleriyle öngörülen orandan daha hızlı genişlediğini keşfettiler. Subtropikal bölgelerdeki genişleme, Amerika’nın Güneybatı kesimleri ve Akdeniz havzasının da içinde bulunduğu, nüfus yoğunluğu fazla bölgelerde gitgide daha fazla kuraklık yaşanacağına işaret ediyor.
Fizikçi Spencer Weart, “Arktik bölgesinin küçülmesi pek çok bilim insanı üzerinde güçlü bir etki bıraktı kesinlikle,” diyor. “Ve bu tür şeyler oluyor sürekli. Ne! Bir tane daha mı, diyorsunuz. Yine mi? Neredeyse hepsi de yanlış yönde değişiklikler, gidişatı hızla kötüleştirecek şeyler.”
Almanya’daki Potsdam İklim Etkilerini Araştırma Enstitüsü’nün başındaki Hans Joachim Schellnhuber kısa bir süre önce, “Neredeyse tüm bölgeler tahminlerden çok daha hızlı değişiyor,” dedi. “Dünya iklimi dengesizleşiyor gitgide ve bu, çoğu kişinin ve hükümetin fark ettiğinden çok daha öte bir seviyede artık.”
Harvard’daki çalışmalarına bir süre ara vermiş ve Obama’nın bilim danışmanlığını yapan fizikçi John Holdren, “Güncel kanıtlar kapsamlı bir şekilde değerlendirildiğinde, uygarlığın, iklim sistemini, ‘tehlikeli antroposen etkisi’ne taşıdığı açıkça görülüyor,” diye düşünüyor.
İklim açısından en ciddi riskin kömür olduğu, bilim insanları arasında ortak bir kanı. Günümüzde ABD’deki elektriğin yarısı kömürle üretiliyor. Çin’de bu oran % 80’e yakın ve neredeyse her hafta ya da 15 günde bir, kömürle çalışan yeni bir enerji santrali faaliyete geçiyor. Petrol kaynakları azaldığında, bol miktarda kömür mevcut olacak hâlâ ve bu, çok kirli bir sıvı yakıta dönüştürülebilir (bazı yerlerde şimdiden dönüştürülüyor). Nobel ödüllü fizikçi Steven Chu, Enerji Bakanı olmadan önceki bir konuşmasında, “Toprakta bizi sahiden kavuracak kadar karbon var. Kömür benim en büyük kabusum,” demişti (Hansen’ın hatırlatmayı sevdiği ifadeler bunlar). Birkaç ay önce Avustralya’nın önemli iklim bilimcilerinden oluşan yedi kişilik bir grup ülkenin başlıca kamu şirketlerine, “Emisyon oranı sıfır olmadığı sürece kömürle çalışan enerji santrali inşa edilmesin” diye ısrar eden bir açık mektup yazdı. Eski santralleri devreden çıkarmak için de “acil bir program” yapılmasını tavsiye ettiler.
Grup, “Talihsiz gerçek şu ki, iklim değişikliğine dair sahici bir adım atabilmek için kömürle çalışan enerji santrallerinin yakın zamanda kapanmasını gerekir,” diyordu.
Hansen’ın D.A.I. ve kömürle ilgili kaygılarını paylaşan geniş bir kitle bulunuyor, fakat kendisi iklim bilimciler arasında aykırı bir şahsiyet yine de. San Diego’daki California Üniversitesi’nde dekan olarak görev yapan bilim tarihçisi Naomi Oreskes, “Bilim çevrelerinin neredeyse tamamı, derhal bu gidişatı değiştirecek bir adım atmadığımız sürece tehlikede olduğumuzu veya çok yakında tehlikeyle karşı karşıya kalacağımızı düşünüyordur,” diyor. “Fakat Hansen daha sert konuşuyor. Nitelemeler getiriyor. Ahlaki boyutlardan bahsetmeye başladı ve bu, bilim insanlarını rahatsız eder hep.”
Hansen iklim aktivistleri arasında da yalnızlaşıyor gitgide. Pew Küresel İklim Değişikliği Merkezi’nin başkanı Eileen Claussen, “Jim Hansen’ı bir bilim insanı olarak bir kahraman gibi görüyorum,” diyor. “Baştan beri ilgiliydi, her tür politik baskıyla karşılaştı ve dikkatini kaybetmeyerek muazzam bir iş yaptı bence. Ama keşke asıl bildiği şeylerle ilgilense. Çünkü neyin politik açıdan mümkün olduğuna ya da probleme yönelik en iyi politikaların neler olduğuna dair gerçekçi bir bakış açısına sahip olduğunu düşünmüyorum.”
Washington’da, emisyonları sınırlandırmaya ilişkin tek uygulanabilir yaklaşım, “emisyon üst sınırı ve ticareti” denilen sistem. Böyle bir sistemde hükümet CO2 emisyonları için toplam bir üst sınır belirleyecek ve buna göre, enerji santralleri ve petrol rafinerileri gibi başlıca emisyon kaynaklarına, karbon piyasasında ticareti de yapılabilecek kotalar verecek. Bu sistem, emisyon kaynaklarının bedel ödemesini sağladığından fosil yakıt kullanımı bakımından caydırıcı olacak diye düşünülüyor. Fakat Avrupa Birliği’ne üye ülkelerdeki denemelere bakılırsa sonuçlar şimdilik yetersiz ve Hansen özünde bunun bir oyun olduğunu öne sürüyor (Bir süre önce bu sistemi “Kıyamet Tapınağı” diye nitelendirdi). Hansen’a göre gereken şey, karbon emisyonunu doğrudan vergilendirmek. Verginin anlamlı bir seviyede (bir varil benzin başına yaklaşık bir dolarla) başlaması ve zamanla artması gerekiyor. Hansen, vergi yoluyla toplanan miktarın, kişi başına düşen gelir esas alınarak Amerikalılara dağıtılması gerektiğini düşünüyor. Böylece daha az enerji harcayan haneler aslında para kazanıyor olacak ve enerji kullanımı da gitgide pahalılaşacak.
Hansen birkaç hafta önce, emisyon üst sınırı ve ticareti sistemi için, “Bu korkunç saçmalık, ‘Evet haklısınız, hiç iyi değil, ama ok yaydan çıktı bile,’ demek oluyor yalnızca. Ok yaydan çıktıysa, bir zahmet geri gelsin, yoksa gezegen ve hepimiz derin bir pislik içinde olacağız.”
GISS’in merkez ofisi, 112. Sokak ile Broadway Caddesi’nin kesişiminde, Seinfeld dizisi ve Suzanne Vega sayesinde meşhur olmuş Tom’s Restaurant’ın bulunduğu binada. Hansen yaklaşık 30 yıl önce enstitünün müdürü olduğundan beri 7. katta, aynı odada çalışıyor. Geçen ay onu orada ziyaret ettim. Eski dosyalarını bilgisayara aktarmaya çalıştığını söyledi. Üç tahta masası olan ferah ofisin en dikkat çekici kısmı her yerinin kağıt tomarlarıyla kaplı olmasıydı.
Hansen, ofisinden birkaç sokak ötedeki bir dairede yaşıyor, fakat hafta sonları eşi Anniek ile birlikte Bucks County, Pensilvanya’da bulunan, 18. yüzyıl yapımı evlerine gidiyorlar genellikle ve oğul ve kızları da ailece onları ziyarete geliyor. Hansen, torunlarına çok düşkün (saatler süren sohbetlerimizde katıksız bir neşe sergilediği tek an, çocuklarla bu bahar ağaç dikeceklerini anlattığı zamandı) ve dediğine göre aktivizminin başlıca nedeni onlar. “Torunlarım, ‘Dedemiz ne olduğunu anladı, ama anlatmadı’ desinler istemiyorum,” diyor.
Hansen’ın ofisini ziyaret ettiğim gün, meclis bünyesindeki Enerji ve Ticaret Komitesi, emisyon üst sınırı ve ticareti konusunda, komite başkanı Kaliforniyalı Henry Waxman’ın da desteklediği bir tasarıyı şekillendirmeye başlıyordu. Tasarının (Amerika Temiz Enerji ve Güvenlik Yasası) amacı, ülkenin karbon emisyonunu 2020’ye kadar %17 oranında düşürmek. İklim konulu önemli bir düzenleme ilk defa mecliste noktaya ulaşabildi. Hansen tasarının yeni kömür fabrikalarının önünü açtığına işaret etti ve kabul edilse de bir anlam taşımayacağını öne sürdü. Kendisi, tasarının geçmemesinin muhtemelen daha iyi olacağını, zira o zaman meclisin “aklını başına alıp daha duyarlı” davranabileceğini düşünüyor.
Şayet tasarı geçmezse meclisin muhtemelen konuyu bir kenara atacağını ve ülkedeki çevreci grupların bu girişimi desteklemesinin bir nedeninin de bu olduğunu söyledim.
“Washington’daki çevre kuruluşları açısından bu, ahmaklık yalnızca,” diyor Hansen. “Bu kuruluşlardan bazılarının Washington’daki ‘tamam de, idare et’ tarzının bir parçası haline gelmiş olmaları büyük talihsizlik.”
Hansen, politikacıların iklim bilimini kasten yanlış anladığını öne sürüyor. Hansen’ın da politikayı bile bile yanlış anladığı söylenebilir. Atmosferdeki karbondioksit seviyesini dengelemek için yıllık küresel emisyonların 4’te 3 gibi bir oranda azalması gerekiyor. Seviyeyi düşürmek için tarım ve ormancılık uygulamalarının da büyük değişim geçirmesi lazım. En azından şimdilik, herhangi bir ülkenin böyle bir hamle yapmaya niyeti varmış gibi gözükmüyor. Bilakis tüm gidişat aksi yöne işaret ediyor. Dünyanın hem bilimsel hem de politik sınırlamalara uygun bir çözüme acilen ihtiyaç duyuyor olması, böyle bir çözümün mevcut olduğu anlamına gelmiyor.
Hansen, jeofizik yasalarının kesin olduğunu öne sürüyor, toplumun yasaları ise bize bağlı. ABD’nin, kömür fabrikalarından vazgeçmesini beklemenin makul olmadığını söylediğimde şöyle karşılık verdi: “Başka ülkelerdeki enerji verimliliğinin bize kıyasla %50 oranında fazla olduğuna dikkat çekebiliriz. Biz elektriğimizin %50’sini kömürden elde ediyoruz. Tek başına bu bile hayli güçlü bir argüman.”
Peki, Çin ve Hindistan?
Hansen her iki ülkenin de ağır iklim değişikliklerinden büyük zarar görebileceğini söylüyor. “Bunu görecekler. Aslında şimdiden görmeye başladılar.
“Bir şey yapılabilir gerçekten,” diye devam etti Hansen. “Fakat politikalar bizi o yöne itmeli. Kuralları, politikacıların ve onları destekleyen kişilerin koymasına izin verdiğimiz ve ‘klasik işler’e olduğu gibi ya da yalnızca küçük müdahalelerle devam ettiğimiz takdirde mümkün değil tabii. Kuralları değiştirmemiz gerek,” dedi ve yakında kömür diyarı Batı Virginia’daki bir protestoya katılacağını söyledi.
Elizabeth Kolbert’in 29 Haziran 2009’da The New Yorker’da yayımlanan yazısından çevrilmiştir.
Çevirmen: Gülin Ekinci
Yazının orijinal linki: http://www.newyorker.com/magazine/2009/06/29/the-catastrophist