IX. Büyük Filtre
Yaşadığımız bu dehşet böyle devam edemez.
Peki bunu neden göremiyoruz? Kitap halinde yayımlanan uzun yazısı Büyük Dengesizlik’te Hint romancı Amitav Ghosh, küresel ısınma ve doğal afetlerin çağdaş edebiyatın başlıca konuları haline gelmemiş olması karşısında duyduğu şaşkınlığı ifade ediyor. İklim felaketini tasavvur edemeyişimizin nedenini sorguluyor ve kendisinin “çevrenin tekinsizliği” dediği türde bir yığın romanın neden hâlâ olmadığını soruyor. “‘Berlin Duvarı yıkıldığında neredeydiniz?’ ya da ‘11 Eylül’de neredeydiniz?’ gibi sorulara yoğunlaşan hikayeleri düşünün örneğin,” diyor. “Aynı şekilde, ‘400 ppm seviyesine gelindiğinde neredeydiniz?’ veya ‘Larsen B buz sahanlığındaki kopma sırasında neredeydiniz?’ diye sorulabilecek mi hiç?” Verdiği yanıt ise şöyle: Muhtemelen hayır; çünkü iklim değişikliğinin çıkmazları ve dramları, kendimizle ilgili anlattığımız hikayelerle, özellikle de, toplumsal gidişatın zehirli atmosferinden ziyade, tekil bilinçlerin yolculuğunu vurgulayan romanlarla bağdaşmıyor hiç.
Bu körlük sürekli devam etmeyecek elbette. Dünyamızın yakında alacağı hal buna izin vermeyecek. Dünya altı derece daha sıcak olduğunda yerkürenin ekosistemi öyle çok doğal afetle kaynıyor olacak ki hepsine birden “hava halleri” der hale geleceğiz: Gezegen, çok da uzun olmayan bir süre önce uygarlıkları yok etmiş, kontrolsüz tayfun, hortum, sel ve kuraklıkların akınına uğrayacak sürekli. Sert kasırgalar sıklaşacak ve onları tanımlamak adına yeni kategoriler oluşturmamız gerekecek. Hortumlar daha uzun ve daha sık yaşanacak, daha geniş bir ölçekte etkili olacak ve dört kat büyük dolu yağışları görülecek. İnsanlar eskiden geleceğe dair kehanetlerde bulunmak için havayı izlerlerdi; ileride ise onun hiddetle geçmişin intikamını alışına seyirci kalacağız. İlk doğa bilimciler sık sık “derin zaman”dan bahsederlerdi. Bir vadinin ya da kaya havzasının büyüklüğüne, doğadaki derin yavaşlığa kafa yorduklarında algıladıkları şey buydu. Bizi bekleyen şey ise daha ziyade Viktoryalı antropologların “rüya vakti” ya da “ebediyet” dediği şey: Avusturalya’daki aborijinlerine ait bu mitimsi deneyim, şimdiki an içinde, zamandışı bir geçmişle, atalar, kahramanlar ve yarı tanrılarla dolu epik bir sahne ile karşı karşıya gelmeyi ifade eder. Şimdi, bir buzdağının denize karıştığı görüntüleri izlerken de yaşayabiliyorsunuz bunu. Tüm geçmişin bir an içinde hareket ettiğini hissedebiliyoruz.
Zaten öyle. Pek çok insan, iklim değişikliğini, endüstri devriminin başlarından beri birikmiş ve aradan geçen yüzyıllarla birlikte artık vadesi gelmiş bir tür ahlaki ve ekonomik borcun tahsilatı gibi görüyor. Faydalı bir bakış açısı bu bir bakıma; zira sonraki her şeyin fitilini ateşleyen şey, 18. yüzyılda İngiltere’de başlayan karbon yakma süreciydi. Fakat insanlığın tarih boyunca atmosfere kattığı karbonun yarısından çoğu geçtiğimiz otuz yıla ait. 2. Dünya Savaşı’nın sonundan beri eklenen kısmın oranı da yüzde 85. Bu demek oluyor ki, küresel ısınma tek kuşaklık bir zaman diliminde gezegeni kıyametin eşiğine taşıdı ve endüstriyel dünyanın intihar hikayesi yalnızca bir ömürlük bir hadise. 1938 doğumlu babamın ömrü gibi mesela. Pearl Harbor haberleri ya da sonrasındaki propaganda filmlerinde yer alan efsanevi Hava Kuvvetleri kendisinin ilk anılarındandı. Bu filmler emperyal-Amerikan endüstrisinin gücüne dair reklam görevi de görmüştü. Babamın son anılarından biri ise, geçen temmuz akciğer kanserinden ötürü hayatını kaybetmeden on hafta önce kablolu televizyonda gördüğü ve umutsuzca imzalanan Paris iklim sözleşmesini konu alan haberler olmuştu. Ya da 1945’te doğmuş annemin ömrü gibi: Almanya kökenli Yahudi bir aileden olan annem, akrabalarının hayatını söndüren gazlardan kurtulmuş. Şimdi ise Amerika’da, gelişmiş ve endüstriyel dünyada, tedarik zincirlerinin desteğiyle oluşmuş bir emtia cennetinde 72. yaşını geçiriyor. Kendisi tam 57 yıl boyunca filtresiz duman soludu.
Ya da bilim insanlarının ömrü gibi. İklimdeki değişikliği ilk olarak saptayan adamlardan (o kuşakta, ünlü olanlar genellikle erkeklerdi) bazıları hâlâ hayatta; hatta birkaçı çalışmayı sürdürüyor. Wally Broecker, 84 yaşında ve her gün Upper West Side’daki evinden çıkıp arabaya biniyor ve Hudson Nehri’nin öteki tarafındaki Lamont-Doherty Rasathanesi’ne gidiyor. Tehlikeye ilk dikkat çekenlerin çoğu gibi o da, emisyonlar ne denli azaltılırsa azaltılsın bunun tek başına, felaketi anlamlı derece durduramayacağı görüşünde. Onun yerine, karbonu zapt etmekten yana (atmosferdeki karbon dioksiti çekmeye yönelik, denenmemiş bu teknoloji Broecker’in tahminlerine göre trilyonlarca dolara mal olacak) ve birçok iklim bilimciye bilim kurgu kökenli rüya veya kabuslar gibi gelecek denli abartılı çeşitli teknolojilere, genel ismiyle “jeomühendislik” formlarına da inanıyor. Kendisi özellikle sprey yaklaşımını vurguluyor: Bu yaklaşıma göre, atmosfere bunca sülfür dioksit saçıldığında ve bunlar sülfürik aside dönüştüğünde ufkun beşte biri örtülecek ve güneş ışınlarının yüzde 2’sini geri yansıtacak; bu da gezegene ısı bakımından biraz esneklik kazandıracak en azından. “Günbatımını kıpkırmızı eden şey gökyüzünü ağartacak ve daha fazla asit yağmuruna yol açacak tabii,” diyor. “Ama problemin büyüklüğünü göz önüne almalısınız. Çözümü uğruna daha küçük problemler doğuyor diye koca bir problemi halletmeyin demek olmaz.” Bana, kendisinin o sırada hayatta olmayacağını söylüyor. “Ama siz göreceksiniz…”
Jim Hansen da o kuşağın fertlerinden. 1941 doğumlu Hansen, Iowa Üniversitesi’nde iklim bilimci olarak yetişti ve iklim değişikliğine dair tahminler geliştiren çığır açıcı “Sıfır Modeli”ni ortaya koydu. Sonrasında NASA’daki iklim araştırmalarının başına geçen Hansen, devlete bağlı bir çalışan olduğu dönemde, ısınma konusunda harekete geçmemesi nedeniyle yönetime dava açmasının ardından yaşadığı baskılar neticesinde kurumdan ayrıldı (bu dönemde protestoları nedeniyle birkaç kez de tutuklanmıştı). Çocuklarımız Vakfı isimli bir kolektifin gündeme getirdiği ve genellikle “çocuklar iklim değişikliğine karşı” ifadesiyle anılan dava, eşit koruma hükmünü temel alıyor. Buna göre hükümet, ısınma konusunda hareket geçmeyerek gelecek kuşaklara muazzam bedeller dayatmış oluyor. Duruşma bu kış Oregon bölge mahkemesinde gerçekleşecek. Hansen kısa süre önce, iklim problemini yalnızca, daha önce tercih ettiği yol olan karbon vergisiyle çözmekten vazgeçti ve atmosferden karbon çıkarmak gibi ilave önlemlerin toplam maliyetini hesaplamaya koyuldu.
Hansen, kariyerine, vaktiyle yaşama elverişli derecede su barındıran ve Dünya’ya epey benzeyen, fakat iklimin kontrolden çıkmasıyla birlikte hızla, solunamaz gazlarla dolu, çorak ve yaşanmaz bir yere dönen Venüs gezegenini inceleyerek başladı. 30 yaşındayken, kendi gezegeninin dört bir yanında da yaşanan ani çevre değişikliklerini irdelemek için gözünü niye güneş sistemine dikmiş olduğuna şaşırarak Dünya’yı incelemeye koyuldu. Kendisi şöyle anlatıyor: “1981’de bu konudaki ilk makalemizi hazırlarken, birlikte çalıştığım yazarlardan birine, ‘Bu çok ilginç olacak. Kariyerlerimizin bir noktasında bunların olmaya başladığını göreceğiz,’ dediğimi hatırlıyorum.”
Konuştuğum pek çok bilim insanı küresel ısınmadan, ünlü Fermi paradoksuna çözüm gibi bahsediyor. Söz konusu paradoksa göre, şayet evren bunca büyükse neden içinde başka akıllı yaşama rastlamadık? Önerdikleri yanıt ise, bir uygarlığın doğal ömrünün ancak birkaç bin yıl, endüstriyel bir uygarlığın ömrünün de belki yalnızca birkaç yüzyıl olabileceği. Barındırdığı yıldız sistemleri birbirinden mekân gibi zamanla da ayrılmış, milyarlarca yıllık bir evrende uygarlıklar birbirlerini görmeyecek denli hızla gelişebilir ve yok olabilir.
Gezegendeki büyük yıkımların sera gazından kaynaklandığını keşfeden isimlerden biri olan karizmatik paleontolog Peter Ward bunu “Büyük Filtre” diye adlandırıyor. Kendisi görüşmemizde bana, “Uygarlıklar filizlenir, ancak onları yok olmaya ve epey hızla ortadan kaybolmaya götüren bir çevresel filtre söz konusudur,” dedi. “Dünya’ya bakacak olursak, geçmişteki kitlesel yok oluşlar böyle filtrelemelerdi.” Bizim yok oluşumuz ise daha yeni başladı ve önümüzde büyük kayıplar var.
Yine de Ward kendisinden beklenmez derecede iyimser yaklaşıyor. Broecker, Hansen ve görüştüğüm pek çok bilim insanı da öyle. İklim değişikliği konusunda, yok olma olasılığına karşı bize bir amaç sağlayan veya rahatlık veren bir anlam sistemi inşa edebilmiş değiliz. Fakat iklim bilimcilerin tuhaf bir tür inancı var: Erken davranıp radikal ısınmayı önleyen bir yol bulacağımızı, çünkü buna mecbur olduğumuzu söylüyorlar.
Tatsız kesinlikler ne denli rahatlık sağlayabilir ve bu da başka bir aldanma formu mu olacaktır bilmek zor; ne de olsa küresel ısınmadan ibret alabilmek için birilerinin hayatta kalıp onu anlatabilmesi gerekiyor. Bilim insanları, 2050’ye kadar Paris hedeflerini tutturmak için bile, bugün hâlâ artmakta olan, enerji ve endüstri kaynaklı karbon emisyonlarının her on yılda bir yarı yarıya azaltılması, arazi kaynaklı emisyonların (ormansızlaşma, ineklerin çıkardığı gazlar vs) sıfırlanması ve atmosferden her yıl, gezegendeki bitkilerden iki kat daha fazla karbon çıkaracak teknolojiler geliştirilmesi gerektiğinin farkındalar. Yine de insanların hünerlerine muazzam güveniyorlar genellikle. Bu güvenin arkasında, iklim değişikliğinin de bir insan müdahalesi olduğunu idrak edebilmeleri yatıyor belki de. Apollo projesine, 1980’lerde kapanan ozon deliğine, karşılıklı yıkım korkusunun geçişine işaret ediyorlar. Şimdi kendi kıyamet günümüzü hazırlayan bir yol bulduk ve bir şekilde bundan da çıkış yolu bulacağız elbette. Gezegen böyle tetiklenmeye alışık değil ve iklim sistemleri, yüzyıllar ve binyıllar içinde geri bildirim sağlayan yapılarıyla bizlerin (çok yakından izleyenlerimizin bile) yerküreye yapılan hasarı tamamen tasavvur etmemizin önüne geçiyor. Oysa dünyaya ettiklerimizi sahiden gördüğümüzde onu yaşanabilir kılmak için de bir yol bulacağımız söyleniyor. Dediklerine göre, başka bir alternatif düşünebilmek mümkün değil.
–
David Wallace-Wells’in 9 Temmuz 2017 tarihinde nymag.com’da yayımlanmış yazısından çevrilmiştir.
Yazının orijinal linki: http://nymag.com/daily/intelligencer/2017/07/climate-change-earth-too-hot-for-humans.html